BALGAT YOKUŞU
Hiç bilinmeyen adreslerle başlayan bir hikâyeye başlıyor ve adımlarımı hızlandırıyorum. İçimdeki merakı ve heyecanı dindirmek için Çankaya’ya doğru yolculuğa koyuluyorum. Ebuzziya Caddesi’ne varınca sanki defalarca gelmişçesine, göz hapsine almış olduğum binaya yöneliyorum. Bu his heyecanımı biraz daha arttırıyor. Heyecanıma hâkim olmaya çalışarak binanın bahçesinde adımlarken buluyorum kendimi. Giriş kapısının yanında ‘hoş geldiniz’ dermişçesine bekleyen bir silüet… Silüetin ayakkabıları, eski su kaplarından yapılmış içerisine menekşe dikilmiş, kıyafetleri 70’li yılların emekli bir öğretmenini anımsatırken; başındaki siyah fötr şapka eski bir mebusu andırıyor. Mebusun karşılamasına nazikçe başımı eğip kapıya yöneliyorum. Ziyaretçilerin beyazlığını aşındırıp yerini sarıya bıraktırdığı zile bastıktan sonra meraklı bakışlarla ayak seslerini dinlemeye koyuluyorum. Kapıyı açan kişi bir İtalyan kapıcısını anımsatan ses tonuyla “ benvênuto “ (hoş geldiniz) diye hafiften mırıldanıyor. Koridorda ilerlerken gözlerim etrafa daha bir anlamlı bakmaya başlıyor. Bir tugayın komutan karşısında hizaya geçmesi gibi dizilmiş kitaplar bana kendimi kağıtların komutanı gibi hissettiriyor. Kitapların ihtişamı karşısında adımlarımı yavaşlatıyor şaşkınlığımı gizleyemiyor ve nefes alışverişim iyice hızlanıyor. Sanki biraz daha hızlansa nefesim kitapların sesini duyamayacakmışım gibi.
Bir kütüphaneye ya da bir müzeye geldiğimi kabul edememenin eşiğindeyim. Nihayetinde normal sıradan bir binaya girmiş olduğumu düşünüyorum. Ama ne olursa olsun içerideki bu manzara binanın farklı bir hikayesi olduğunu hissettirmeye çoktan başlamıştı bile. Kitapların basım tarihi yarım asır öncesini işaret ederken yazı dili Dünya dillerini gösteriyordu. Özenle yerleştirilmiş Fransızca kitaplar, İngiliz
Edebiyatından seçmeler, İslam Tarihi’ne ait Arapça eserler uzun bir hikâyenin kısa bir başlangıcı oluyor.
Misafiri olduğum beyefendinin yanına varmak öyle kolay değil tabiî yaşayan bir Türkiye Tarihi ile karşı karşıyayım. Önce Musafaha ile başlayan karşılaşmamız değerine istinaden az kullanılan kelimelerimiz ile devam etmeye başlıyor. Görüşmemizin yapılması için hazırlanmış köşede Fransız yapımı tableronde üzerinde ciltleri yeni yapılmış kitaplar duruyor, hemen az ötede iki koltuk, iki koltuğun arasında ceviz ağacından özenle yapılmış güzel bir sehpa yer alıyor. Sehpa, masa, duvar işlemeleri ve oturulan koltuklar büyük bir ahenk içinde hikâyeye eşlik ediyor. Bu hikâyenin en büyük öznesi olan kitaplar meraklı bakışlarıyla gelen misafire odaklanıyor. Zira bu köşede fazlaca kimse ağırlanmaz ağırlanan kişi ise erkence kalkmazmış.
Uzunca bir sohbetin ortalarına gelindiğini hisseden ev sahibi koltuğun kenarlarına tutunarak hafifçe ayağa kalkıyor, abajurun altına yerleştirilmiş telsiz telefona doğru gidiyor. Ben bu sırada yavaş yavaş anlıyorum ki misafiri olduğum kişinin gözleri bir hayli yorgun, zahmet verdiğimi düşünerek duymuş olduğum rahatsızlığı dile getirmeye çalışırken beyefendiden oldukça net bir tavırla: “Bu kapıdan giren henüz bir şey yiyip içmeden ayrılmadı. Yaşlanmış olabilirim fakat misafirimi ikramsız gönderecek kadar düşkün değilim.” cümlelerini duyuyorum. Az sonra asansörden bir ses geliyor, beyefendi tekrar yerinden kalkıyor asansöre doğru ilerliyor. Asansörle aşağı indirilen ikramları büyük bir hassasiyetle taşıyan ev sahibi “Gördünüz mü bakın çok da zor olmadı insan yeter ki istesin” diyerek kahveleri ikram etmeye başlıyor. Gümüş bir tepsinin içerisinde gelen Kütahya porseleninden yapılmış fincanlarda Selçuklu motifleri dikkat çekiyor. Fincan altlığına koyulmuş çifte kavrulmuş lokumlar oldukça lezzetli görünüyor. Misafirine kendi elleriyle bir şeyler ikram etmenin mutluluğuyla yeniden hararetli bir sohbete koyuluyoruz.
Ankara soğuğuna daha fazla direnemeyip bitap düşen güneşin yorgunluğunu fark edince sohbetimizi toparlamaya koyuluyoruz. Beyefendi ayağa kalkıyor, çalışma masasına doğru ilerliyor, ilerlerken bir yandan gözlüğünün camını silmeye çalışıyor bir yandan da bir şeylere çarpmamaya özen gösteriyor. Çalışma masasının sağ tarafında üst üste duran kitaplardan bir tanesini seçiyor ve imzalamak üzere soy ismimi soruyor. Kıymetli hediyesine binaen ben de yanımda getirmiş olduğum Ballıbabagillerin Lavandula cinsinden özenle hazırlanmış lavanta çiçeği kolonyasını çantamdan çıkarıyorum. Doğal farya kraponlara sarılmış paketi asırlık çınarın ellerine yavaşça bırakırken Lavandulalardan bahsetmeye başlıyorum. Cümlelerimi bitirir bitirmez beyefendi hemen ekliyor: “Bizim hanım çok sever çiçek kokularını bugün de mutlu olacak gibi.”
Mesut Çaça