Salacak kıyısında bir kahvedeyim.
İnce belli cam bardakta çayımı içip, İstanbul’u seyredalıyorum.
Sarayburnu, minare ve kubbeler, asıl İstanbul dediğimiz yer: Suriçi. Bu silüet burada durdukça İstanbul yaşıyor demektir.
Sonra köprü, sonra Galata, yarım döndüğümüz zaman gökdelenleri ile başka bir silüet kazanmış olan yeni İstanbul: Mecidiyeköy, Maslak ve ilerisi.
Türk İstanbul nedir?
Bodur minaresi ile bir mescit, yanında bir ihtiyar çınar, onun gölgesinde bir çeşme, iki dükkân, bir sübyan mektebi ve mektebin alnında bir kuş evi.
İstanbul bu mu? Bu kadar mı?
Evet, öyle.
Ya o muazzam camiler, saraylar, konaklar, medreseler, çeşmeler, sebiller, sanayi, nüfus ve finans. Bunlar bir dünya şehrini göstermiyor mu?
Olabilir. Ama bu ne aradığınıza bağlı. Bir dünya şehri arıyorsanız bilemem. Bana sorarsanız yukarıda tasvir ettiğim mütevazi yapısı ile o bir ruh. Serapa maneviyat. Öyle olmasa, üç kıtaya hükmeden padişahların sarayı Topkapı gibi minik bir yapıya sığar mıydı?
Bu ruhtan neşet eden medeniyet, gaza ile fethedilen toprakları şenlendirmiş. Oralara adaletin yanında zerafet ve incelik taşımış. Standartlar bunu gösteriyor. Halâ gösteriyor. Kemah’ta, Ermenek’te, Kula’da, Saraybosna’da, Arnavutluk’un uzak dağ köylerinde bile; Travnik’te, Kırım’da. Semerkant’tan, Buhara’dan kanatlanan güvercin Mostar Köprüsü’ne, Blagay Tekkesi’ne konuvermiş.
Güvercinin gelip geçtiği topraklarda bu ruhu terennüm eden ilahiyi, mimariyi, merhameti, hizmet ve hürmeti bulabilirsiniz.
İstanbul’un üzerine asırlardır melekler iniyor. Öyle bir medeniyet inşa edilmiş ki, bunu yapanlar yalan dünyadan ebedî aleme geçerken bu meleklerin kanadı üzerinde uçuyorlar.
Yahya Kemal “Türk İstanbul” yazısına şu cümle ile başlıyor:
“Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkın arasında tam bir ahenk varsa, orada gözlere bir vatan tablosu görünür.”
Cibali’de mi Ayakapı’da mı yol kenarında bir taşa rastladım. Yarısı toprağa gömülü, yarısı dışarıda kalmış. Dışarıda kalan kısmı yeşile boyanmış, görenler evliya kabri zannediyor. Başında el açıp dua edenler bile var.
Yaklaştım, taşın üst kısmında kalan tek satır yazıyı okudum: “Raziye Hatun hayratıdır.” Belli ki bir çeşme taşı.
Halk mistik İstanbul’u müstevlilerin istilasından korumak için elinden gelse her eski eseri yeşile boyayacak. Kısası mescit ve çınardan meydana gelen o çekirdek tablodan bir yüzük taşı gibi parıltılı Şemsi Paşa, bir muazzam Süleymaniye vücut bulmuş.
Şehirlerin silüeti onun hangi esasa, fikre, inanca, güce, medeniyet ve estetiğe mensup olduğunu ortaya koyar. Eski şehirler dünyanın her yerinde dinî düşüncenin, inancın silüetini taşırlar. Budistlerin pagodaları, mabetleri; Hristiyanların katedral ve çan kuleleri; Müslümanların kubbe ve minareleri; Paganların piramitleri..
Bir ara gözlerim Kız Kulesi’ne takıldı. Onu hep boğazın firûze sularında salınan gizemli bir geline benzetmişimdir. Hangi umutsuz sevdanın rüzgârı ile kendini denize atmış, suya seccade salan dervişler gibi dalgalar üzerinde yürümeye başlamıştır?
Heyhat!
Yukarıdan beri dile getirmeye çalıştığım bu şairâne düşünce ve duygular gerçekle yüz yüze gelindiğinde, yerini tarifsiz kederlere terk ediyor. Bu “taşı toprağı altın” şehir, her şey satılık fehvasınca ihaleye çıkarılmıştır. Kız Kulesi dahi ihaleden nasibini almış, yeniden dizayn edilmiş, masumiyetini kaybederek işletmeye açılmıştır.
“Men tâ senin yanında hasreten sana” mısraı, o Türk İstanbul’u inşa eden ruh uçup gitmiş; öte fikri kaybolmuş, gün bu gün, saat bu saat olmuştur. Bu; İstanbul’un üzerine bir şu kadar zamandan beri abanan hâkim sermaye-hâkim kültürün hegemonik baskısıdır.
Bakışlarımı Pera’ya, Maslak’a doğru çeviriyorum. Ufukları paranın mordan kırmızıya çalan rengi kaplamış. Bu rengin ortasından gökyüzünü fethe çıkan gökdelenler hortlamış.
Gökdelen.
Nedir gökdelen?
Firavun’dan miras kalan ve Tanrı’ya kafa tutan bir kule mi? Yoksa çağdaş küresel fikriyatın dünyayı istila eden zihniyet sembolü mü? Evet o. Nereye bir gökdelen dikilmişse, orada paganist gücün paradan başka ilah tanımayan kanunu geçer.
Gökdelenlerin Pera-Maslak hattında oluşturdukları silüet, Suriçi İstanbul’un kubbe ve minarelerden oluşan silüetine meydan okuyarak “güç bende” diyor.
Yani.
Yani bundan böyle İstanbul benim ardım sıra gelecek, beni takip edecek, bana inanacak. Suriçi melûl-mahzun soruyor:
– Ya ben ne olacağım?
Pera sırıtıyor:
– Yağlı müşterilerimizi gezdirecek, mistik-egzotik-otantik bir müze.
– Ama müze yaşamaz ki. O bir kelebek koleksiyonu sayılır.
– Elbette, sana yaşa diyen kim?
Sen doğma, doğurma, yürüme, ses çıkarma, olduğun yerde kal ve don. Senin adın artık “Müze Şehir”dir.
Keşke “Müze Şehir” olsaydı. Hiç olmazsa tozu alınır, tamiri yapılır, barındırdığı eski eserler muhafaza edilir, etrafı ağaç, çiçek, çimen ile süslenirdi. Tersi olmuş.
Kullanılmış ve terk edilmiş.
En azından bir mimari geleneğimiz olduğunu kabul etmek lazım. Bunu yenileyebilir miydik?
Bir gelenek yenilenemezse kurur, ölür, yok olur.
Ancak mesele dıştan göründüğü gibi değil. Daha derinde.
Kurduğumuz medeniyet esasen tarım toplumuna dayanıyor. Biz sanayi kuramadık. Sanayi medeniyetini inşa edenlerin fikir ve eserlerini ya ithal ettik ya da taklit. Belki vahşi kapitalizmin kurduğu bu sanayi, bu medeniyet bizim inanç ve geleneğimize uymuyordu. Doğrusu bu.
İçimde karmaşık fikirler, çelişkili duygular, ağzım ve gönlüm acımış; kahveden kalkıp karşıya, İstanbul’a geçtim.
Kendimi surdışına attım.
Sur boyunca Yedikule’den Topkapı’ya kadar uzanan bostanlarda dinlendim.
Buraları babadan oğula ekip yeşerten Cideli bostancılarla konuştum, yarım ekmek, peynir, tere, maydanoz ile karnımı doyurdum. Geçen asrın başında çekilen fotoğrafları hatırladım. O günden bugüne bostanlarda değişen bir şey yok. Yeşil örtü surları bekliyor. Yenikapı Mevlevihanesi ile Merkez Efendi şehre doğru âyinler, ilahiler üfürüyor.
Daralan içim genişledi.
Bu beldeyi evliyaların koruyup kolladığına bir kez daha inandım. Onların yüzü suyu hürmetine, kurudu denilen gövdeden her devirde yeşil bir dal fışkırıyor ve Türk İstanbul düştüğü yerden bir daha kalkıyor.
Tanpınar divan şiirinden hareketle söyler bu sözü. “Şiirimiz düştüğü yerden kalkacak” der. Yani “ses”ten. Sesini kaybeden, musikisini, âhengini kaybeden şehir onu yeniden bulacak. Yeter ki insan kaybolmasın, insan bozulmasın. Eşyayı, etrafı yenilersin, düzeltirsin ama bozulan insanı düzeltmek zordur; kim bilir kaç nesil alır.
Fikriyatımız da öyle. Yeter ki biz, etrafımızda pervane kesilen ruhun fısıltısını duymak için kalbimizi açabilelim. Fetih bir defaya mahsus değil.
Fetih; açmak, açılmak demek.
Bu şehrin kapıları bize yeniden açılacak.
Edirnekapı’ya oradan Eğrikapı’ya kadar yürüdüm. Şehitlere, sahabe kabirlerine Fatihalar okudum. Eğrikapı’dan içeri girdim, İvaz Paşa Camii ve önünde halâ akan çeşmenin yanından geçtim.
Karşıma minyatürlerde görülebilecek şirinlikte küçük bir hamam çıktı. Kapısında büyükçe bir kilit. Öylece bakınıyordum ki yanında bir ihtiyar peyda oldu.
– Hamam kapalı delikanlı, dedi. Çok oldu kapanalı.
– Neden kapandı, dedim.
– Her evde banyo var artık, kim hamama gider? Bitti o iş.
Öyle, başka bir hayat tarzının ürünü hamam, başka bir yerleşim ve yaşama biçiminin uzantısı. Ama insan kıyamıyor işte. Geçmişten kalan mirası ne yapacağız? Başımı kaldırıp kitabesini okumaya çalıştım. Karmaşık, sanatlı bir yazı, sökemedim. Ama altında pırıl pırıl bir beyit var. Talik ile yazılı, şöyle diyor:
“Taharetle erer Hakk’a erenler
Şifa bulur bu hamama girenler.” (Bu hamamın adının “Hançerli Hamam” olduğunu Mehmet Ziya Bey’in İstanbul ve Boğaziçi-Kasım 2016 adlı kitabından öğrendim.)
Evet, eski dünyadan bize miras kalan eserleri sadece turistik mekân olarak kullanabiliyoruz. Turistlere hitap eden “Türk Hamamı” yaşıyor. Cağaloğlu, Galatasaray vesaire. O güzelim Beylerbeyi Hamamı dahi can çekişiyor. Turist varsa hayat var. Ama burası kenar köşe bir yer, turist gelmez. Ne olacak bu güzelim hamam? Ya atölye, ya depo.
Batsın bu dünya diyeceğim geliyor.
Bir yer, bir şey turistik oldu mu çek kuyruğunu. O artık sirk aslanı sayılır. Hayatımızdan çıkıp gitmiştir.
Hayatımız. Öyle bir şey kaldı mı?
Derken. Bu acı içinde kıvranırken birden ezanlar patlıyor.
Dört bir yanım ezan sesi ile kaplanıyor. Şükür Rabbim’e, şükür.
Ezan sesi semalara yükseldikçe elbette bir hayatımız vardır.
Mustafa Kutlu / Yeni Şafak