Sabır,” sa-be-ra” kökünden ism-i mastar olup sözlükte; hapsetmek, tutmak, birini bir şeyden alıkoymak, cüret ve şecaat anlamlarına gelmektedir. Bununla beraber sükûnet, dinginlik, kendine hakim olma, sızlanmamak, yakınmamak, itidali muhafaza etmek, dili şikâyetten, uzvu yanlış hareketten korumak gibi anlamları da taşımaktadır. “Istıbar” katlanma, sabretme ve dişini sıkma gibi anlamlara gelirken “tesabbur” ıstıbarın başlangıcıdır. Yani tesabbur; sabretmeye başlayıp sebat etmektir. “Istıbar” ise sabrın huy haline gelmesidir. Zorluklara göğüs gerene; “sâbır”, zorluklara karşı göğüs germeyi huy haline getirenlere; “mustabir”, bu konuda hiç zorluk çekmeyenlere; “sâbur”, sabır taşı sıfatını kendine izafe edenlere; “mutasabbır” ve musibetlere sabır edip nimetlere şükredenlere ise “sabbar” denilmektedir.
Şükredenler demişken Kur’an’da sabrın ve şükrün aynı anda kullanıldığı dört ayet (14/5 – 31/31 -42/33 – 34/19 ) dikkatleri üzerine çekmektedir. Bu ayetlerde “çok sabredenler” ve ” çok şükredenler “beraber zikredilmiştir. Burada aklı faal kılan nokta; sabrın önce şükrün ise sonra geliyor olmasıdır.
Sabrın semeresi şükür, şükrün düşmanı inkâr, inkârın düşmanı ise fikirdir. Fikredenler, akledenler ve zikredenler her zaman sabredenlerden, sebat gösterenlerden ve şükredenlerden olmuştur. Göğsüne sabır bayrağı dikenler şükrün devletini kurmuş olur. Şükrün devletini kuranlar gönül ülkelerini fethetmiş olur. Evet, evet bir de gönülleri fetheden sahabelerimiz vardı. Hifâ vardı mesela… O sabrın mihenk taşıydı, ALLAH’a iman etmiş, Resule itaat etmiş ve salihalardan olmuştu. . . Ayetle bütünleşen bir de Suheyb vardı o da şükrün mihenk taşlarından biriydi. Sabırla ve şükürle içselleşen iki sahabi… İki gönül eri, iki yiğit. . . Sabrın ve şükrün mükâfatını almak için yola çıkmış ve bu yola çıkış aslında onlar için “ALLAH sabredenleri sever” ilahi fermanına koşuştu. Hani bir de İbni Cezviyemiz vardı bizim.
Sabredenler ve şükredenler kitabının müellifi. O şöyle derdi sabır için: “Sabır; heva ve şehvet kuvvetinin karşısında akıl ve din kuvvetini hâkim kılmaktır.” Yani insan tabiatı sevdiği şeyleri elde etmeye çalışır, akıl ve din kuvveti ise buna karşı çıkar. Savaş bunlar arasında devam eder. Bu savaşın meydanı insanın kalbidir. Askerleri ise sabır, şecaat ve sebattır. Nitekim ALLAH bize “Ey iman edenler! Sabredin ve sabır yarışında düşmanlarınızı geçin. Sınırlarda nöbet bekleyin, böylece umulur ki sizler kurtuluşa erenlerden olursunuz.” (3/200) diye seslenmektedir. Bu ayette ALLAH kullarına önce sabrı emretmiştir. Çünkü bu sabır, kulların kendi nefislerine karşı olan sabrıdır. Sonra musabereyi emretmiştir. Musabere ise düşmanlara karşı olan sabırdır. Daha sonra murabata gelmektedir ki murabata da sabır ve musaberede sebat etmek, devam etmek ve bunlardan kesinlikle ayrılmamaktır.
Kul bazen kendi nefsine karşı sabreder. Fakat düşmanına karşı sabredemez, bazen düşmanına karşı sabreder fakat bu sabrı devam ettiremez. Bazen de bu sabrı düşmana karşı da devam ettirir fakat takva sahibi olamaz. Hâlbuki ALLAH bunların hepsini takvalı olmaya bağlamıştır. Çünkü O (c.c) “Takva sahibi olun ki kurtuluşa eseriniz.” ilahi nidasıyla bizlere kurtuluşun kapısını aralamış sırat-ı müstakimi göstermiştir. Bu yolda yürümeyi teoriden pratiğe dönüştürebilmek için de elçiler göndermiştir. Zorlu ve meşakkatli yolda yürüyen bu elçiler tevhit bayrağını gelecek nesle ulaştırmak için sabrı kendilerine düstur edinmişlerdir. Sabr denince de İbrahim Halilullahin sabrı, Musa kelimullahin sabrı, Nuh neciyullahin sabrı, İsa ruhullahin sabrı, Eyyub aleyhi selamın sabrı ve Hatemu’l-enbiyanın sabrının akla gelmemesi ne mümkün… Ve En’am sûresinde bulunan bir ayette Nebi’ye (s.a.v) şöyle buyrulmaktadır:
“O halde peygamberlerden azim sahiplerinin sabrettiği gibi sen de sabret.” Sabır inanıştır, adanış ve adayıştır. Sabır inanmaktır, inandırmak ve inanılan yolda dik durmaktır. Sabır omuza alınan yükü hedefe götürmek, rüzgârlara karşı direnmek, zorluklara karşı göğüs germektir. Sabır zorluğa ve darlığa düşünce geri dönmemek, inandığın yolda doğruca yürümektir. Sabır bir yandan Ammar olmak diğer yandan Sümmeyye gibi dayanmaktır. İbn Mes’ud gibi Kâbe yanında müşriklerin karşısında Rahman süresini okumaktır. Sabır direnmek, diş bilemek ve karnına Ebuzer gibi taş bağlamaktır. Mekke’de yeşerip Medine’de olgunlaşmak ve Yesrib’i medenileştirmenin reçetesidir. Sabır Suriyeli Halid’in alnından kurşun yemesine susmak değil dayanmaktır. Tıpkı kızgın çöllerde Bilal’le yapılan işkence karşısında Muhammed (s.a.v) gibi tavır sergilemektir… Ümmet’in 21.yüzyıl imtihanı sabır iledir.
Bakalım zorluklara sabredip çok şükredenlerden olacak mıyız? Yusuf gibi “Sabır güzel şeydir “(Yusuf/15) diyebilecek miyiz? Yakup gibi ” Ben sadece gam ve kederimi ALLAH’a arz ederim” (12/86) tavsiyesine uyabilecek miyiz? Ne diyordu Kur’an: “İnanıyorsanız üstün gelecek olan sizsiniz.
Ve “Sabredin muhakkak ki ALLAH sabredenlerle beraberdir.” Öyleyse ümitvar bir edayla hakkı ve sabrı tavsiye ediyor, sözü Tebrizi’ye bırakıyorum: “Sabırsızsın, oysa bütün mâhlukat sabrın ipliğiyle bağlıdır birbirine. Dünya sabırla döner. Çünkü güneşin de, ayın da, zamana ihtiyacı vardır. Sabırlı ol.
Büyük sırlara ermek için, sabır denizinde yüzmeyi öğrenmen lazım. Çünkü sırlar, sabır denizinin dibinde saklıdır. Uyum güzelliktir, uyum suyun özelliğidir. Su sabrın simgesi, istiridyenin yurdudur. Su olmasaydı inci de olmazdı. Sabırlı ol ki, istiridye gibi inciler yapasın…”
12/11/2013
Uhuvvet Dergisi
Mesut Çaça