Yüzük
Arapça’daki karşılığı hâtemdir (mühür). Arapça’da hem el hem ayak parmaklarına takılabilen taşsız yüzüklere fetḫa veya halka (halaka) denilir (Buhârî, “Libâs”, 45; Müsned, I, 138). Farsça’da yüzük için engüşter, yüzük ve yüzük şeklindeki mühür için nigîn kelimeleri kullanılır. Okçuların yayı çekerken sağ ellerinin baş parmaklarına incinmemesi için taktıkları genellikle kemikten halka şeklindeki yüzüğe zihgîr adı verilir. Serçe parmağı ile orta parmak arasındaki yüzük takılan parmağa “yüzük parmağı” denir.
Altın ve gümüş gibi çeşitli madenlerden yapılan yüzük Mezopotamya, Mısır, İran, Arap, Yunan ve Roma kültürlerinde süs ögesi ve statü göstergesi olmanın yanı sıra tabiat üstü güçler taşıyan ve kendisiyle temasın özel ritüel gerektirdiğine inanılan objelerin başında gelir. Dönemin modasını da yansıtan ve yüzüğe takılan taşın rengi, bünyesinde yer aldığı düşünülen büyülü işlevin belirtisi olarak kabul edilirdi. Kaşına yerleştirilen değerli taşla birlikte iyileştirici ve koruyucu özelliğe sahip olduğuna dair inanç, yüzüğün bütün kültürlerde yaygınlaşmasına yol açmıştır. Bazen kıymetli taşların yerine cam kullanılmıştır. Başta aslan olmak üzere her birinin ayrı bir anlamının bulunduğuna inanılan, çeşitli hayvanların suretleri de yüzüklerin kaşlarına çizilirdi. Kitâb-ı Mukaddes’te Benî İsrâil peygamberlerinden Dânyâl’in, kaşında iki aslanın ortasında bir insan figürü bulunan yüzüğü olduğu anlatılır. Bu yüzüğü Hz. Ömer’in Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’ye verdiği rivayet edilmektedir (Taberî, IV, 93). Yüzüklerde kullanılan desenler ve üzerine konulan figürler sürekli değişse de ana malzemesi daima madenlerden olmuştur. Kalkolitik dönemden itibaren altın ve gümüş yanında çeşitli metallerden, akik gibi yarı kıymetli taşlardan, fildişi ve pişmiş topraktan yapılmış yüzükler, üstü çeşitli şekillerde hazırlanmış mühür biçimindeydi. Bunlar birilerinin mülkünü işaretlemek, yetkisini belirtmek ve bazı objelerin kişiye özel olmasını sağlamak için yaygınlaşmıştır. Öte yandan insanların büyük çoğunluğu okuma yazma bilmediğinden mühür işlevi gören yüzük kişinin yegâne kimlik işaretiydi.
Eski Ahid’de de yüzüğün mühür olarak kullanıldığına dair çok sayıda kayıt vardır (Tekvîn, 41/42; Ester, 8/2, 8, 10; Çıkış, 28/11, 21; 39/6, 14, 30). Bu yüzüklerin en meşhuru Hz. Süleyman’a isnat edilen, mucizevî niteliği yanında Allah’ın ona bahşettiği pek çok özelliği taşıyan, kaşında altı köşeli yıldız bulunan yüzüktür (bk. MÜHR-i SÜLEYMAN). Yüzük kullanımı Roma İmparatorluğu döneminde yaygınlaşarak aşağı seviyedeki insanlar tarafından da kullanılmıştır. Anadolu’da Roma dönemine ait buluntulardan, sivil ve askerî kesime mensup insanlar arasında çeşitli madenlerden yapılmış kaşlı yüzüklerle; kaşına bir çekmece veya kutunun minik anahtarı eklenmiş tunçtan yüzüklerin kullanıldığı anlaşılmaktadır. Arkeolojik kazılarda Urallar’da bulunan yeşim Çin yüzükleri yüzüğün Doğu’da da yaygın olduğunu göstermektedir. Türk kültüründe yüzük; süs eşyası, nişan ve hâkimiyet belirtisi olarak hem İslâmiyet’ten önce hem İslâmiyet’ten sonraki dönemlerde büyük önem taşımıştır. Uygur Türeyiş, Oğuz Kağan ve Dede Korkut destanlarında yüzük bu işlevleriyle sıkça yer alır.
Cahiliye döneminden kalma, on parmağa yüzük takma âdetinin örneklerine nadiren de olsa İslâm’dan sonra da rastlanmaktadır (Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, I, 230-231). İslâmiyet’in ilk döneminden itibaren başta altın ve gümüş olmak üzere çeşitli madenlerden yapılan yüzükler hem mühür hem de ziynet eşyası olarak kullanılmıştır. Resûl-i Ekrem yabancı devlet başkanlarına İslâmiyet’e davet mektupları yazmaya karar verince, kaşında aşağıdan yukarıya doğru üstte lafza-i celâl bulunacak şekilde istif halinde “Muhammed Resûlullah” ibaresinin yer aldığı ve serçe parmağına taktığı bir gümüş mühür-yüzük edinmiştir (Buhârî, “Libâs”, 52, 55, “Ḫumus”, 5; Müslim, “Libâs”, 56, 58). Resûl-i Ekrem’e Hayber’de bulunduğu sırada takdim edilen ve daha sonra Hz. Ebûbekir, Ömer ve Osman tarafından kullanılan bu yüzük 30 (650) yılında Medine’deki Eris Kuyusu’na düşerek kaybolmuş, buna üzülen Hz. Osman aynı ibareyi taşıyan yeni bir yüzük yaptırmıştır. Topkapı Sarayı Müzesi Mukaddes Emanetler Dairesi’nde sergilenen, kaşında “Muhammed Resûlullah” yazılı yüzüğün Hz. Osman tarafından yaptırılan yüzük olduğu tahmin edilmektedir.
Hz. Peygamber zamanında yüzüğün taşlı ve taşsız iki çeşidi de genellikle ziynet eşyası olarak kullanılıyordu. Hadis ve siyer kaynaklarında, Resûl-i Ekrem’in mühür gibi kullandığı yüzüklerinin çeşitli maden ve taşlardan yapıldığı, üzerinde yazı veya şekillerin bulunduğu kaydedilir. Resûl-i Ekrem de kendisi için bir yüzük yaptırmıştı (Buhârî, “Ṣalât”, 64, “Büyûʿ”, 32, “Libâs”, 46; Müslim, “Libâs”, 56; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 327-331; II, 132-134). Bu dönemde Habeşistan’da çıkarılan değerli taşların yüzükler için sanatkârane işlenip (İbn Mâce, “Libâs”, 41) demir üzerine gümüş kaplama yüzükler yapılması, kuyumculuk sanatının gelişmişliğini ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber’in erkekler tarafından kullanılan gümüş yüzüklerin 1 miskalden (4,722 gr.) daha ağır olmaması hususundaki tavsiyesi (Ebû Dâvûd, “Ḫâtem”, 4; Tirmizî, “Libâs”, 43), bu türden yüzüklerin kafes tabanları oyularak imal edilmesini beraberinde getirmiştir.
Hz. Âişe’nin ayaklarına taşsız yüzük takması ve Mescid-i Nebevî’de Resûlullah’ın sohbetine katılan hanımların ayak parmaklarında bu türden yüzüklerin bulunması (Ebû Dâvûd, “Zekât”, 4; Abdürrezzak es-San‘ânî, XI, 74) kadınların elleri gibi ayak parmaklarına da yüzükler taktıklarını göstermektedir. Nitekim Ümmü Habîbe de Resûl-i Ekrem’in evlilik teklifini kendisine getiren câriye Ebrehe’ye ayak parmaklarındaki gümüş yüzükleri de hediye etmişti (İbn Sa‘d, VIII, 77). Resûl-i Ekrem zamanında mehir olarak belirlenen miktarın içerisinde mutlaka yüzük de yer alıyordu. Evlenmeyi teşvik eden Resûl-i Ekrem, mehir için bir demir yüzüğün bile yeterli sayılacağını söyleyerek çeyizde bulunması gereken şeylerin taraflara külfet yüklememesini istemiştir (Buhârî, “Nikâḥ”, 14). 7. yılın başında (Mayıs 628) Hz. Peygamber’in İslâm’a davetini kabul eden Necâşî Ashame’nin hediye olarak yolladığı Habeşistan taşıyla süslü altın yüzüğü, Hz. Peygamber kızı Zeyneb’den torunu Ümâme bint Ebü’l-Âs’a vermiştir (İbn Mâce, “Libâs”, 40).
Yüzük, Ortaçağ İslâm devletlerinde hâkimiyet alâmetlerinden biriydi. Yine mühür olarak da kullanılan bu yüzüklere halife, sultan ve hükümdarların soylarının sembolleri kazınıyordu. Hükümdar yüzükleri altından yapılır, yakut, firûze ve zümrüt gibi kıymetli taşlarla süslenirdi. Semboller yüzük mühür gibi kullanılacaksa ters; yalnız yüzük olarak kullanılacaksa düz işlenirdi. Hulefâ-yi Râşidîn sırasıyla yüzüklerine, “Allah en yüce kudret sahibidir”; “Ey Ömer! Vâiz olarak sana ölüm yeter”; “Ya sabretmeli ya da pişman olmalı”; “Güvenim Allah’adır, O bana yeter” ibarelerini yazdırmışlardı. Hârûnürreşîd’in yaz seferine çıkarken yerine vekil olarak bıraktığı oğlu Me’mûn’a uğur getirmesi için bıraktığı Mansûr’un yüzüğünün kaşında, “Güvenim Allah’adır, O’na inandım” ibaresi nakşedilmişti (Taberî, VIII, 320). Ortaçağ’da bazı âlimler Abbâsîler’in sembolü olan siyah ile Ehl-i beyt sevgisini temsil eden beyaz taşlardan kaşlı yüzük taşırlardı (Bîrûnî, s. 215). Tılsım amacıyla da kullanılan ve uğur getireceğine inanılan yüzüklerin üzerine çeşitli ibareler yazılırdı. Timur dönemi hattatlarından Ömer-i Aktâ’nın, mühür yüzüğünün yuvasına sığabilecek kadar küçük gubârî hatla mushaf yazdığı nakledilmektedir (DİA, XXXI, 252).
Abbâsîler döneminde değerinin 100.000 dinar olduğu söylenen “cebel” ve “burc” adlı yüzükler halifelerin yanlarında bulundurdukları hükümdarlık alâmetlerindendi (İbnü’l-Esîr, VI, 107; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, XI, 12). Nûreddin Mahmud Zengî’nin yüzüğünün adı da cebeldi (a.g.e., XI, 304-305). Selçuklular’da da hükümdarlık sembollerinden olan yüzük halk masallarında “yüzük vermek/göndermek” ve “sihirli yüzük” motifleriyle yer alır. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah öldüğünde karısı Terken Hatun onun yüzüğünü Kürboğa’ya vermiş, bu sayede başşehir İsfahan’daki kalenin kendisine teslim edilmesini sağlamıştı (Özaydın, s. 191). Sultan Sencer’in parmağından yüzüğünü çıkarıp alan bir Bâtınî fedâisi sultan tarafından yollandığını söyleyip yanına girdiği vezir Fahrülmülk’ü öldürmüştü (Bündârî, s. 241). Mağrib hânedanlarında da yüzük hükümdarlık alâmetlerinden sayılmıştır. Bu yüzükler tam ayar altından dökülür, yakut, fîrûze ve zümrüt gibi kıymetli taşlarla süslenirdi (İbn Haldûn, II, 48). Osmanlı padişahları da benzer yüzükler kullanmışlardır. Padişah, iç hazineden çıkan meblağları mühr-i hümâyun niyetiyle kullandığı parmağındaki yüzüğün zümrüt taşıyla mühürlerdi. Fâtih Sultan Mehmed’in Nakkaş Sinan Bey veya Şiblîzâde Ahmed Çelebi tarafından yapılan, gül koklayan bağdaş kurmuş portresinde serçe parmağında mühür yüzüğü, baş parmağında ise okçu yüzüğü görülmektedir (TSMK, Hazine, nr. 2153, vr. 10a). Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi esnasında dedelerinden kalan saltanat yüzüğünü Nil nehrine düşürmüş ve aramalar sonucunda bulunamayınca çok üzülmüştü (İbn İyâs, V, 183; Emecen, s. 301). Yavuz’un bir mühür yüzüğü günümüze ulaşmıştır (TSMK, Hazine, nr. 4819).
Yüzük haberleşme, hediyeleşme, toplum içinde tanınma gibi amaçlar için de kullanılmıştır. Hz. Peygamber, kızı Zeyneb’i getirmesi için Mekke’ye gönderdiği Zeyd b. Hârise’ye bir yüzük vermişti (Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, III, 331). Güzel giyinmeyi seven sahâbî İmrân b. Husayn’ın, kaşına kılıç kuşanmış bir insan resmi nakşedilen bir yüzük taktığı belirtilmektedir (İbn Sa‘d, VII, 7; Zehebî, II, 510). Hârûnürreşîd, Arap dili ve edebiyatı âlimi Mufaddal ed-Dabbî’ye, söylediği güzel bir sözden dolayı 1600 dinar değerinde bir yüzük hediye etmişti (Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, X, 229).
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına dair fetva veren Şeyhülislâm Kadızâde Mehmed Tâhir Efendi bu cesur davranışından dolayı elmas bir yüzükle ödüllendirilmişti. Surre ile birlikte Mekke ve Medine’ye gönderilen “ferâşet” çantasında gümüş yüzük mutlaka bulunurdu.
Altın yüzük veya yüzüğün üzerindeki kıymetli taş onu takan kişinin ekonomik durumunun ve sosyal statüsünün bir göstergesiydi. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde altın yüzük takan dihkanlardan en yüksek miktarda (48 dirhem) cizye alınması kararlaştırılmıştı (Belâzürî, s. 388). Yüzük bazen rehin olarak bırakılırdı (Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, XXII, 168). 755 yılında zimmîlerin Müslüman toplum içinde tanınmalarını sağlamak üzere getirilen şartlar arasında kurşun yüzük kullanmaları da bulunuyordu. Bir kimseye eman verildiği takılan bir yüzük veya giyilen bir elbise ile belirli duruma getirilebilirdi. Ebû Müslimnâme’de geçen “eman yüzüğü” ifadesi bu geleneğin sürdüğüne işaret etmektedir. I. Alâeddin Keykubad, Erzurum’a hâkim olduktan sonra Celâleddin Hârizmşah ile ittifak yapan şehrin hâkimi Rükneddin Cihan Şah’a affedildiğine dair bir eman yüzüğü vermişti (İbn Bîbî, I, 413). Sosyal statüyle ilgili sembollere de temas eden İbn Battûta, Çinli tâcirlerden beş kalıp altına sahip olanın parmağına tek yüzük, on kalıp altını olanın ise iki yüzük taktığını kaydeder (Tuḥfetü’n-nüẓẓâr, II, 719). Roma döneminde olduğu gibi daha sonra da bazı yüzüklerin kaşları başta güzel koku olmak üzere bir miktar sıvının muhafaza edilmesine imkân vermekteydi. Hz. Peygamber yüzüğünün kaşına misk koyan bir kadının kokusunu övmüştü (Nesâî, “Zînet”, 33, 76). Kirman Selçukluları’nın kurucusu Kavurd Bey’in idam edilmesinden sonra halkın tepki göstermesini önlemek için yüzüğündeki zehri içerek intihar ettiği duyurulmuştu. Ankara Savaşı’nda Timur’a yenilip esir düşen Yıldırım Bayezid’in yüzüğünde bulunan zehri içerek intihar ettiği rivayet edilmektedir.
İbnü’n-Nedîm, gizli ilimlerin icra şekillerinden birinin de yüzüğün üzerine birtakım semboller yazılarak gerçekleştirildiğini kaydeder (el-Fihrist, s. 369). Tılsımlı yüzüğün şifa verici, uğurlu ve koruyucu olduğuna inananlar vardı. Ayrıca yüzüğün çeşitli figürlerin işlendiği kaşına bakılınca kederlerin yok olacağına inananlar mevcuttu (Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, XI, 206). Kâşgarlı Mahmud, kaş adlı beyaz taşla kaşı yapılan bir yüzük taşıyanların susuzluktan ve yıldırım düşmesinden emin olacaklarına inanıldığını kaydeder (Dîvânü lugāti’t-Türk Tercümesi, III, 22, 152). Akiğin mübarek sayıldığı ve bu taştan yüzük kullanmanın fakirliği giderdiği, gümüş başta olmak üzere bazı madenlerden yapılan yüzükler takıldığında şeytanın kişiden uzaklaşacağı gibi Hz. Peygamber’e nisbet edilen, sıhhatleri tartışmalı rivayetler akik kaşlı gümüş yüzüğün ilgi görmesine yol açmıştır (İbn Hacer, X, 323; Müttakī el-Hindî, VI, 663-664).
Yüzük Türk ve Fars edebiyatlarında çeşitli mecazi anlatımlara konu olmuştur. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, üzerinde padişahın isminin nakşedildiği bir yüzükle süslemesiz bir altın yüzük arasında bir tartışma düzenleyerek mensur bir münazara örneği vermiştir. Buna göre iktidarı temsil eden yüzüğün ele geçirilebilmesi için her biri yüzüğe benzeyen bir halka olan bilgi, oruç ve aşk ögelerinin bir araya gelmesi gerekir (Fîhi mâ fîh, s. 116, 217). Eski Türk Edebiyatı’nda halâ el veya parmağa takılan altın yahut gümüş yüzüktür. Fincanların altına yüzük saklayarak oynanan yüzük oyunu Türk Edebiyatında mecaza en çok konu olan hususlardandır. Bektaşî geleneğinde Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye hediye ettiği ileri sürülen yüzük de çeşitli menkîbelere konu teşkil etmiştir.
Türkler, İslâm öncesi dönemlerden itibaren yüzüğü nişan alâmeti olarak kullanmıştır. Türkçe’de nişanlanmak için “yüzük takmak”, nişanı bozmak için de “yüzüğü atmak” tabirleri geçer. Söz kesildikten sonra oğlan evinden kız evine, kurdelelerle süslenmiş bir tabla veya sepet içerisinde nişan yüzüğünün de konduğu bir bohçanın gönderilmesi bir Osmanlı-Türk geleneğidir. Osmanlılar’da padişah tarafından damatlığa seçilen kimsenin gelin sultan için yolladığı ağırlıklar arasında mutlaka değerli taşlarla süslenmiş bir yüzük bulunurdu. IV. Mehmed’in kızı Hatice Sultan’ın çeyizinde 4000 kuruş değerinde bir adet elmas yüzük vardı.
Mustafa Sabri Küçükkaşçı
Kendine mahsus kirli beyaz bir rengi olup kolay işlenebilecek niteliktedir. Eski çağlardan beri daha çok madenî para kesiminde, fazla yumuşak oluşundan dolayı kuyumculukta ve dekoratif eşya imalinde önemli bir yeri olan gümüş İslâm toplumlarında da çok geniş kullanım alanları bulmuştur. İslâm dininin ortaya çıkışı sıralarında İran ve Bizans’la ticaret yapan Kureyş tâcirleri, Bizans’ın altın dinarlarından başka sadece gümüş para basan İran’ın dirhemlerini de kullanıyorlardı. Zengin gümüş yataklarına sahip olan İran gümüş dirhemleriyle daha çok ipek, baharat vb. değerli şeyleri satın alıyordu. Sâsânîler’den başka Suriye’de ve Mısır’da altın para basma geleneğinin yanında gümüş dirhemlerin darbedildiği de bilinmektedir. Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervân ilk İslâm dirhemini darbettirmiştir. Daha sonra kurulan İslâm devletlerinde altın dinardan başka gümüş dirhemler basılarak İslâmî bimetalist geleneği yaşatılmıştır (bk. DİRHEM). Gümüş ayrıştırılarak kimya ve tıp alanında çeşitli amaçlarla da kullanılmıştır.
İslâm dünyasının büyük ölçüde gümüş üreten bölgeleri, antik dünyadan kalan coğrafî alanlar olup, bunların başında Orta İspanya geliyordu. Ayrıca İrmîniye, Kuzey İran ve Orta Asya çok önemli gümüş yataklarına sahipti. Kâbil dağları ve Fergana’nın kuzeyindeki topraklar da iki büyük gümüş merkeziydi. Bu bölgeler Müslümanların darphânelerini besliyor ve aralıksız olarak dirhem basılıyordu. Abbâsîler devrinde Fars, Horasan ve Kirman bölgelerindeki galen cevherlerinden gümüş elde edildiği, ancak V. (XI.) yüzyıldan sonra İslâm dünyasında bir gümüş kıtlığı baş gösterdiği ve gümüş eserlerden çoğunun dirhem basılmak üzere eritildiği bilinmektedir. VI. (XII.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren gümüş daha çok ziynet eşyası yapımında, tunç ve pirinç eserlerin kakma tekniğiyle süslenmesi ve tunç aynaların yaldızlanmasında kullanılmıştır. Ayrıca gümüşten tabak, tepsi, tas ve ibrik gibi kaplar imal ediliyordu. İslâmî devirdeki maden sanatı ustaları gümüşü diledikleri şekilde saf olarak veya bilinçli gümüş alaşımları yaparak kullanmışlardır. Ortaçağ’da altınla uğraşan sanat erbabının simgesi güneş, gümüşle meşgul olanlarınki ay, bakırcılarınki ise çiçekti (Hârizmî, s. 147). Erken İslâmî dönem tabak, tepsi ve tasları formları ve teknikleri, süsleme konuları ve motifleri bakımından Sâsânî devri örnekleriyle yakın benzerlikler göstermektedir. Hemdânî (ö. 334/945), altın ve gümüş madenlerinin çıkarılması ve değişik amaçlarla kullanılmasıyla ilgili teknik bilgileri ihtiva eden Kitâbü’l-Cevhereteyni’l-ʿatîḳateyni’l-mâʾiʿateyn mine’ṣ-ṣafrâʾ ve’l-beyżâʾ adlı bir eser yazmıştır.
İlk gümüş tasfiyesinin Anadolu’da yapıldığı tahmin edilmektedir. Selçuklular zamanında Anadolu’da Luluva (Ulukışla), Gümüşhane, Gümüşhacıköy, Kayseri’ye bağlı Sarız (Sarus) ve Kütahya yakınlarındaki Gümüşşar’da (Gümüşşehir) gümüş madeni çıkarılmaktaydı. Meşhur seyyah İbn Battûta Medînetügümüş’ü (Gümüşhacıköy) ziyaret ettiğini, Iraklı ve Suriyeli tüccarların gelip gittiği bu şehirde gümüş madeni bulunduğunu kaydeder (er-Riḥle, s. 298). Coğrafyacı İbn Fazlullah el-Ömerî de Moğollar’ın Anadolu’da bulunan Gümüşhane ve Gümüşhacıköy’de 733 (1332-33) yılına kadar gümüş madenlerini işletmeye devam ettiklerini söyler (Mesâlikü’l-ebsâr, s. 182, 188, 191).
Osmanlılar’da gümüş, para basımı yanında sanayide, kuyumculukta, simkeşlik ve dokumacılık alanlarında kullanılan önemli bir madendi. İlk Osmanlı sikkesi ve Osmanlı para birimi olan akçenin gümüşten kesildiği bilinmektedir.
Osmanlı gümüş sikkesinin bol miktarda bulunuşu, değeri ve yayılışı, kuruluş yıllarından itibaren bölgedeki diğer Türkmen beylikleri üzerindeki hâkimiyet iddialarında ekonomik imaj açısından önemli bir rol oynamıştır. Osmanlılar’ın Balkanlar’a geçişinden sonra bu bölgelerdeki zengin gümüş merkezlerine yönelik faaliyetleri ve buraları ellerine geçirmeleri iktisadî güçlerini daha da arttırmıştır. Fakat zamanla akçenin içindeki gümüş oranı ekonomik sebepler yüzünden düşürülmüştür.
Fâtih Sultan Mehmed zamanında gümüş akçeler hazine mevcudunun yüzde yetmişine yakın bir bölümünü teşkil etmekteydi. Osmanlılar’ın bimetalizmi benimsedikleri tarihten XVI. yüzyılın son çeyreğine kadar geçen dönemde tedavül genellikle akçe ile oluyordu. Gümüş madeninin kıt olduğu özellikle savaş zamanlarında gümüş ve kıymetli maden ihracı, simli kumaş dokuma işi ve gümüşten eşya yapımı yasaklanır, hatta bazan simkeşhânelerin kapatılmasına kadar gidilebilirdi. Bu işle “gümüş yasakçıları” veya sadece “yasakçı” denilen kimseler görevlendirilirdi. XVIII. yüzyılda sayıları sınırlı tutulan simkeş esnafının Gümüşhane ve Espiye madenlerinden günde 1 okka olan gümüş tahsisatları 266 gün hesabıyla darphâne tarafından sağlanıyordu. Simkeş ustaları, senenin geri kalan günlerinde gümüş ihtiyaçlarını kendileri temin etmeye çalışırdı. Bu durumda simkeşhâne 366 okka (yaklaşık yarım ton) gümüş tel çekiyordu. Gerek sanayi kuruluşları gerekse darphâneler ham maddelerini gümüş üreten maden ocaklarından, piyasadaki kullanılmış gümüşten, yerli ve yabancı gümüş sikkelerden sağlardı. XVI. yüzyılda ticaret için gelen yabancı tâcirlerin gümüş ve altın paralarını darphânelere götürüp yerli paraya çevirmeleri istenirdi. Ancak daha sonra kapitülasyonlara konulan bir madde ile, imtiyaz verilen devlet tâcirlerinin buna zorlanamayacağı karara bağlanmıştı. Tahta geçen padişah selefinin gümüş paralarını yasaklayarak tedavülden kaldırırdı. Eski paralar darphânelere yollanır ve yeni padişah adına yeniden paraya çevrilirdi.
Osmanlı Devleti sınırları içinde birçok yerde gümüş madeni çıkarılırdı. Rumeli yakasında Moldova, Atina, Halkidiye, Kreşevo, Kratovo, Sreberniçe, Novoberda, Breznik ve Semendire’de; Anadolu yakasında ise en çok Gümüşhane, Balya, Bozkır, Keban ve Ergani gibi yerlerde gümüş madeni çıkarılır ve işletilirdi. Hemen her büyük maden ocağının yanında bir darphâne çalışırdı. Bazı maden ocaklarından İstanbul’a sevkedilen gümüşlerin izlediği yolu, ocaklara uzaklığına göre belli başlı şehirlerde alımları için konulan narh fiyatlarından anlamak mümkündür (Ḳānūnnāme-i Sulṭānī, s. 23).
Altın ve gümüş gibi maden ocaklarının işletilmesi büyük bir teşkilât işiydi. Devlet maden işletilen yerler halkını madenci, kömürcü, tomrukçu, nakliyeci statüsünde kabul ederek tekâlîf-i örfiyyeden muaf tutardı. Osmanlı Devleti’nde gümüş ocakları öteki maden ocakları gibi iltizama verilerek işletilirdi. Ocaklarda elde edilen ve “simli kurşun” denilen maden eritilerek kurşunundan ve varsa altınından ayrılırdı. XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Amerika’da keşfedilen zengin gümüş yataklarından elde edilen külçeler, bunlardan basılan para ve değerli eşya giderek bütün Akdeniz bölgesine yayıldı. Özellikle Osmanlı ülkesine bol miktarda gümüş girdi. Bu durum, bütün Avrupa piyasasını olduğu kadar Osmanlı piyasasını da derinden etkiledi, iktisadî sıkıntılara yol açtı. Ayrıca Osmanlı madenlerinin üretim maliyetinin yüksek oluşu gümüş madeni ocaklarının, hatta darphânelerin uzunca bir süre kapanmasına sebep oldu. Bu ocakların ancak XVIII. yüzyılda yeniden açılması yolunda çalışmalar yapıldı. Zamanla gümüş, para olarak darbedilme özelliğini kaybeden bir maden haline geldi.
DİA
Gümüşün Keşfi
İlk olarak gümüşün tarihine bakmamız gerekirse; maden olarak bulunuşu altın ve bakırdan sonra olmuştur, M.Ö. 2500 yıllarına dayanır. Para olarak kullanılması M.Ö. 800’lü yıllarda kullanılmaya başlanmıştır. O zamanda gümüş madeninin Çinliler, Farslar ve Türkler tarından kullanıldığı bilinmektedir. Gümüş madeninin parlaklığı, işleme kolaylığı, verilen emeği boşa çıkarmadığı için her türlü süs, ziynet ve takı eşyalarında halen sıkça kullanılmaktadır.
Gümüşün Tarihteki Yeri
·Sezar zamanında Roma halkı yaraları, yanık ve kesikleri tedavi etmek için kullanmıştır.
·Antik Yunan zamanında da su ve içki bardaklarını mikroplardan temizlemek için gümüş kullanmışlardır. Bu dönemde halk gümüş madeninin suyu saf ve temiz tuttuğuna inanıyormuş.
·XII. ve XIII. Yüzyıllarda yoğun olarak kullanılmaya başlayan gümüş madeni Osmanlı Devletinde de önemli bir yere sahiptir. Osmanlı’nın gündelik hayatında takı, ev eşyasından kılıç süslemelerine kadar birçok yerde kullanılmıştır.
·Günümüzde de halen endüstri, sağlık, fotoğrafçılık, takı alanlarında kullanılmaktadır.
YÜZÜĞÜN TARİHÇESİ
Yüzük, çoğu zaman süs eşyası olarak yararlanılan ya da nişan, evlilik gibi kurumların simgesi olarak parmağa takılan madenî halkadır. Varlıkları tarih öncesi çağlara dayanan yüzüğün ilk örnekleri Tunç Çağı’nda görülür. Bunlar çok kaba biçimde yapılmış çemberlerdir. Ancak Girit ve Miken uygarlıklarında (MÖ. 1800) ince bir işçilikle süslenmiş yüzükler yapılmaya başlanmıştır. Böylece yüzük değerli bir süs eşyası olarak yavaş yavaş yer edinmeye başlamıştır.
Eski çağlarda yüzük genellikle altından, kimi zamanda o çağlarda çok değerli bir maden olarak kabul edilen demirden yapılırdı. Bu dönemlerde üzerlerinde mühürler bulunan yüzükler çok yaygındı. Bunlar papirüs ya da parşömen üzerine yazılmış belgeleri damgalamak için kullanılırdı. Ayrıca yüzüğün, takan kişiler için egemenlik ve gücü yansıtan simgesel bir önemi vardı.
Antik Yunanistan’da ise yüzük bir süs eşyası olmaktan çok, sınıf farklarını belirten bir araç hâline gelmiştir. Yunan yüzük işçiliği basit olmasına karşın, Romalıların yaptığı yüzüklerde zengin bir çeşitlilik ve ince bir işçilik göze çarpar. Üzerlerinde çok değerli motifler bulunan ve zevkle işlenmiş olan bu yüzükler, çok değerlidir. Yüzüklerin nişan ve evlilik simgesi olarak kullanılması da Romalılar döneminden kalma bir gelenektir. Roma devrinde senatörlerin kullandıkları yüzükler M.S. 1.ci yüzyılda özgür kişilerin kullandıkları birer simge olmuştur.
Orta Çağ’a gelindiğinde ise yüzük işçiliği çok büyük değişmeler göstermiş, farklılığa ve kullanılan renklerin uyum içinde olmasına büyük önem verilmiştir. Yüzüklerin üzeri değerli taşlar ile işlenmiş, her taş değişik bir anlam ifâde etmiştir. Mühürlü yüzükler Ortaçağ’da da oldukça yaygınlık ve çeşitlilik kazanmıştır. Gösterişin ve zenginliğin ölçüsü olarak değerlendirilmiştir.
Rönesans ile gelen yeni sanat akımları yüzük işçiliğini de etkilemiştir. Venedik, Floransa ve Roma gibi kentler yüzük işçiliğinin merkezi durumuna gelmişlerdir. Bu çağlarda da yüzükler Cellini gibi ustalar tarafından çok değerli taşlar işlenmiştir. XV. yüzyılda her parmağa bir yüzük takması âdet hâline gelirken zamanla bir ya da iki parmağa takılır hâle gelmiştir.
Barok çağda üstleri çiçek motifleri ile süslü yüzükler moda olmuş; XVIII. yüzyılda ise markiz adlı uzun yüzükler ortaya çıkmış, değerli ve mineler ile süslü ince bir işçilikle hazırlanmış yüzükler yayılmıştır. Fransız Devrimi’nden sonra yüzük işçiliği gerilemiş ve daha az ayrıntı içeren yüzükler kabul görmeye başlamıştır.
Bununla birlikte Avrupa’daki bu gelişmelerin yanı sıra Osmanlı tarihinde de mücevher takılarda büyük gelişmeler yaşanmıştır. Osmanlı ihtişamı bunların üretiminde görülmektedir ve renkli, harikulâde eserler günümüze değin gelişerek gelmiştir .